Türkiye’deki çocukların %23’ü sistematik olarak akran zorbalığına uğruyor. Zorbalığa şahit olan çocukların oranı %50. Ve %24’lük bir kesim de hem zorbalığa maruz kalmamış hem de tanık olmamış. Yani her dört çocuktan üçü ya mağdur ya da şahit. Bu şu anlama geliyor: Türkiye’de her dört çocuktan üçü zorbalığın gölgesinde yetişiyor. Zorbalıkla tanışılan yer okul, zorba çocukların oranı %1 civarında
Bu yazıyı yazmak, inanın hiç kolay değil. Kendi duygularımı bir kenara bırakıp, en sevdiklerimin, canımın parçasının yaşadığı acıyı göz ardı ederek yalnızca gerçeğe odaklanmam gereken bir yazı bu.
Kızım Aylin, bundan tam bir yıl önce akran zorbalığına maruz kaldı. Biz ailece, sistemin sunduğu her kural ve prosedüre güvenerek, okulun sunduğu tüm yolları denemeye çalıştık. Ancak acı bir gerçekle yüzleştik: Sistem çalışmıyordu. Kurallar vardı, kâğıt üzerinde güzeldi belki ama onları hayata geçirecek bir okul, bir idare, bir mekanizma yoktu.
Süreç boyunca ailece çok acı çektik. Ancak zamanla kızımla birlikte büyüdük, olgunlaştık ve meseleyi sadece kızımızın, onun okulunun ya da mağdur olarak gördüğümüz zorbalık yapan çocuğun değil, Türkiye’nin dört bir yanına yayılan derin bir yara olarak görmeye başladık. Kızımızın yaşadığı acıyı kişisel bir mesele olmaktan çıkararak, bu sorunun aslında tüm Türkiye’nin meselesi olduğunu kabul ettik. Mesele “bağcıyı dövmek”, yani kişisel bir mücadeleyi kazanmak değil; “üzümü yemek”, yani ülkemizin tüm çocuklarına bu savaşı kazandırmak olmalıydı. Bu yüzden kapsamlı bir Türkiye Zorbalığı Anlama Araştırması kurguladık. Ve bugün, bu yazıda bu araştırmanın bazı kritik bulgularının ilk sonuçlarını paylaşacağım.
Araştırmamız kapsamında, Türkiye’nin farklı metropol ve Anadolu illerinden toplam 1211 ebeveynle görüştük. Katılımcıların % 25’i baba, % 75’i anneydi. Türkiye temsili veri oluştururken, medeni durumlar, sosyo-ekonomi ve çocukların yaş gruplarına özellikle dikkat ettik. Ayrıca ilkokul ve ortaokul öğrencileriyle, lise öğrencileriyle çok sayıda derinlemesine görüşme gerçekleştirdik. İlkokul ve ortaokul ebeveynlerinin katılımıyla dört ayrı odak grup tartışması düzenledik. Rehber öğretmenler, okul idarecileri, klinik psikologlar ve kanaat önderleriyle de bir araya gelerek farklı bakış açılarını dinledik.
Amacımız sadece bir fotoğraf çekmek, durumu belgelemek değil; o tablonun içine dokunmak, derinlere inmekti.
Bugün, bu yazıda araştırmamızın önemli bulgularını paylaşarak, hepinizi bu ağır taşı birlikte kaldırmaya çağırıyorum. Çünkü eğer biz bu yükü omuzlamazsak, bu yük Türkiye’nin çocuklarının, yani çocuklarımızın omuzlarına binecek. Özetle ya biz taşıyacağız ya onlar.
Toplumsal stresle birlikte harekete geçti
Görüştüğümüz uzmanlar – psikologlar, rehber öğretmenler ve kanaat önderleri neredeyse ortak bir noktada buluştu; Türkiye’de zorbalık, insanlık tarihinden bu yana bilinçaltımıza yerleşmiş olan hayatta kalma kodlarının tetiklenmesiyle son yıllarda ayyuka çıktı. Pandemi, ekonomik krizler, depremler ve savaşlar gibi geniş çaplı toplumsal stresörler, bu kodları yeniden harekete geçirdi. Özellikle pandemi süreci, çocuklar üzerinde derin psiko-sosyal etkiler bıraktı. Ölümle yüzleşmek, uzun süre evde kapalı kalmak, sosyal bağların kopması gibi yoğun stres faktörleri, çocukların hayatta kalma güdülerini tekrar su yüzüne çıkardı. Özellikle öğretmenler, “Çocuklarımız pandemi süresince evlerine çekildiler ve bir daha aynı şekilde okula dönemediler,” diyerek bu travmanın eğitim ortamlarındaki etkilerini araştırma boyunca vurguladı.
Bu sosyal dönüşümü en hızlı fark eden alan medya oldu. Medya, şiddet ve öfkenin izleyici ilgisini çektiğini ve reytingleri artırdığını hemen kavradı. Böylece medyada nefret, öfke ve kutuplaştırıcı içerikler sistematik bir şekilde yayılmaya başladı. Medya, bireylerde yeniden uyanan hayatta kalma içgüdüsünü şiddet ve öfke yüklü içeriklerle besleyerek bu döngünün daha da güçlenmesine zemin hazırladı.
Dijital dünyanın altyapısı ise tetikte bekliyordu, her şeyi ışık hızıyla yaymaya hazırdı. Mevcut yankı odaları, şiddet ve öfke içeriklerinin hızla büyümesi için mükemmel bir zemin sağladı. Gerçek hayatta yapmayacağımız şeyleri dijitalde yapmaya başladık. Artık mesele “zorbalık yapma” değil, “zorbalık yapmazsan ezilirsin” anlayışına evrilmişti.
Tüm bunlar kültürümüzün bir parçası haline geldi. Zorbalık dilimize sızmıştı ve bir kez girdiğinde de hızla normalleşmişti. Kelimeler, dünyamızı şekillendiriyordu. Öyle ki, gençler arasında daha önce var olmayan “zorbalamak” kelimesi türemiş ve gündelik konuşmalara yerleşmişti. Özellikle gençler ve sosyal medya kullanıcıları arasında “zorbalamak” ve hatta “bullylemek” kelimelerinin en küçük kötü davranış için bile kullanılması, kavramın ciddiyetini azaltıyor, içini boşaltıyor ve onu sıradanlaştırarak normalleştiriyordu.
Adeta hep birlikte antik, karanlık bir düğmeye basmış, etkisini hızla artırmıştık.
İzleyenlerin de kritik bir rolü var
Gelelim araştırmanın en önemli bulgusuna: Türkiye’deki çocukların %23’ü sistematik olarak akran zorbalığına uğruyor. Zorba çocukların oranı %1 civarında. Sistematik zorbalığa şahit olan çocukların oranı %50. Ve %24’lük bir kesim de hem zorbalığa maruz kalmamış hem de tanık olmamış. Yani her dört çocuktan üçü ya mağdur ya da şahit. Bu şu anlama geliyor: Türkiye’de her dört çocuktan üçü zorbalığın gölgesinde yetişiyor.
Zorbalığa uğrayanlar kadar, kenardan izleyen şahit çocukların da bu döngüde kritik bir rolü var. Onlar, zorbalığın nasıl karşılandığını, sistemin nasıl tepki vereceğini önce izliyor. Yetişkinlerin sessizliğine, sistemin ve okulların acizliğine tanık olduklarında ise bir karar vermeleri gerekiyor: Ya zorbalığın bir gün kendilerine yönelmesini bekleyecekler ya da sürece katılıp kendilerini korumaya çalışacaklar. Ve hiçbir yetişkin müdahale etmediğinde, okulda zorbanın algısı güçlendiği için şahit çocuklar da zamanla zorba tarafından yönlendirilir hale geliyor.
Peki bu süreç nasıl başlıyor, nasıl işliyor?
Araştırmaya göre zorbalığın başladığı yer %95 oranında okul. Genellikle sistematik sözlü alaylar, lakaplar, dışlamalarla başlıyor. Ancak okul idareleri bu sözlü zorbalığı çoğunlukla hafife alıyor. “Çocuklar arasında olur böyle şeyler” diyorlar. Oysa bu sistematik sözlü zorbalık, çocuklarda gece kabuslarından kaygı bozukluklarına, karın ağrılarına kadar pek çok psikosomatik soruna yol açıyor. Yani sözlü zorbalık ile fiziksel zorbalığın etkisi arasında neredeyse hiçbir fark yok. Her ikisi de çocukların kalbinde, beyninde, ruhunda derin yaralar açıyor.
Okullar, ancak sözlü zorbalık fiziksel şiddete dönüştüğünde harekete geçiyor. Ancak bu müdahaleler bile genellikle göstermelik kalıyor; MEB mevzuatlarına uyulmuyor, olayın kökenine inilmekten kaçınılıyor. Müdahaleler yüzeysel bir “hadi barışın” tavsiyesiyle sınırlı kalıyor. Örneğin, kızım Aylin’in gitarı duvardan duvara vurularak parçalandığında, bunu yapan çocuğun ailesinden sorumluluk üstlenmesini istediğimizde, okul idaresi bu sorumluluğu sağlayamadığı için gitarı kendileri alıp evimize göndermişti. Elbette geri gönderdik.
Ve bu zorbalık dijital dünyaya taşındığında tehlike doruğa ulaşıyor. Zorbalığa uğrayan çocuklar, fizikselden çok dijital zorbalıktan korktuklarını söylüyorlar. Çünkü dijital zorbalık, “Evinde bile benden kaçamazsın” mesajı veriyor. Çocuğun odasında bile huzur yok; mesajlar, tehditler, alaylar her an ekranında. Ekranda beliren tehditler, çocuğu kısa sürede kolektif yalnızlığa sürüklüyor.
Zorbalık, kolektif bir yalnızlaştırma sürecinin en etkili silahına dönüşüyor. Bu yüzden çocuklar okulda oyunlara alınmıyor, sohbetlere katılamıyor, giderek yalnızlaşıyorlar.
Daha fazla uzatmadan yazımı burada noktalıyorum. Araştırmamızın detaylarını bir sonraki yazımda paylaşmaya devam edeceğim.
Bu makaleyi, araştırmamızda dinlediğimiz 11 yaşındaki bir mağdur çocuğun sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Çok üzüldüm, çok ağladım. Ama son zamanlarda ağlamamaya çalışıyorum. Çünkü annemden gizli gizli Google’a ‘Çok ağlarsak ne olur’ diye yazdım. Beyin hücrelerimizin öldüğünü öğrendim. O yüzden artık çok ağlamamaya çalışıyorum.”